top of page
Kişisel günlük

Keşfedeceğiniz eşsiz içerikler sunan Tahayyül Akademi platformuna hoş geldiniz. Tahayyül ne demek ?, içeriğinde neler gizli ? öğrenmek istiyorsanız bizi ziyaret edin. Eğitim, kitap analizi, alıntılar ve kültür içerikli yazılarımıza şimdi göz atmaya ne dersiniz ?. Tahayyül Akademi hayatımıza başka bir anlam kattı, çünkü tutkularımızı ve düşüncelerimizi sadık okuyucularımızla paylaşmaktan keyif alıyoruz. Okuyun ve tadını çıkarın. www.tahayyulakademi.com

  • Instagram
  • Twitter
Ana Sayfa: Hoş Geldiniz

Romanlarından tanıdığımız Emile Zola'dan, toplumsal ve ekonomik koşulların ölümü nasıl şekillendirdiğini gözler önüne seren çarpıcı beş öykü. Aristokrat, burjuva, esnaf, köylü ve işçi ailelerinin bu süreci nasıl yaşadıklarını olanca sadeliği ile ve toplumsal çevreden kopmadan sergileyen beş tablo.

Beş öyküden oluşan, nasıl ölünür kitabının ilk öyküsünde bir burjuvanın mülkiyet anlaşması öyküsü şu şekilde kurgulanmış:

Dışarıdan bakıldığında Fransa'nın en ünlü ailelerinden biri olan Kont ve Kontes, altı yıllık mutlu evlilikleri ve iki çocukları ile hikayede yer almış. Servetleri göz önüne alındığında Kont’un çalışmasına gerek duyulmuyor fakat bir prestij arayışı içerisinde olması onun farklı meslek dallarına yönlendiriyor. Paris'te sevimli sarışın olarak anılan Kontes’in güzelliği sıkıntı çıkarıyor. Birliktelikten sıkılan çift ayrılmaya karar veriyor.

Ayrılma aşamasındaki en büyük sorunlardan biri olan mülkiyet, her gün tartışılan bir konu oluyor. Bu tartışmaların sonunda uzlaşamayan ve bu durumdan sıkılan çift ayrı ayrı davet, balo ve ziyaretler düzenliyor.


Bir gün davetten dönen Kontes hizmetçisinden aldığı haber ile Kont’un hasta olduğunu öğreniyor ve bu durum ayrı odalarda kalan Kontes’i pek ilgilendirmiyor.

Sonuç olarak ikisi için de önemli olan mülkiyet; trajikomik bir asalet ve ikiyüzlülük, yozlaşmış ahlak ve kötü kullanılmış siyasi güç boşa giden servet haline dönüşüyor.

Uzun zamandır kendini evrenin boşluğundaymış gibi hissediyordu. Yaptığı hiçbir şeyden zevk almıyor acıksa dahi iştahla yemek yiyemiyordu. Oysa ne çok severdi Yaradan’ın nimetlerini aşkla yemeyi. Evvelden zevkle yaptığı işler şimdilerde canını sıkıyor onu boğuyordu. Hani uğruna bunca imtihanlara katlandığımız bu din: ‘’İmtihan olmadan inandık demeyle kurtulacağınızı mı zannettiniz’’ (29/2) diyordu. Sahi öyleydi. İnanmayla bitmiyor sınanman, zorlanman, katlanman gerekiyordu. Şimdilerde Başak’da sınanıyor, zorlanıyor ve imtihanlarına göğüs germeye çalışıyordu. Sevdiğinden uzakta yaşamak ne zor geliyordu ona ne acıydı alıştığından-alışkanlığından ötede beride kalmak.

Bilemiyordu o zamanlar çektiği acının bir gün mükafat olarak döneceğini. Nerden bilsindi ki zaten, henüz 14 yaşındaydı. O yaşta ki çocuklar renkleri bilir, en güzel çikolata markasını bilir, en hızlı kaydırağın hangi parkta olduğunu bilirdi. Hayatın karanlığı ile erken karşılaşmıştı Başak. Evet çok zorlanıyordu bu hayatta yaşamına devam etmeye. Hasta haliyle okula gitmek zorunda kaldığında beni arabayla götürecek biri yok mu kendim gidemem yorgunum hastayım diye nazlanacağı biri yoktu. Kalktı ve kendi gitti okuluna, acıyla. Fark edemiyordu o vakitler amma her çilesinde kendine yaslanıp ayağa kalkıyor ve o kadar güçleniyordu ki. Acılarıyla olgunlaşıyordu, çektiği çile onu büyütüyordu. Sahi ebeveynleri varken bir çocuğu acıları büyütüyorsa bu acı, acı mıdır hakikaten?

Yoksa ders mi? Başta acı görünen ama sonu ders veren imtihan türü sanki.

Böyleydi işte, düşünce kendi kalkıyordu Başak. Birine yaslanıp ayağa kalkamazdı çünkü yaslanacak kimsesi yoktu. Acılar büyüttü onu, her işini kendi hallediyordu. Artık ona bir tekme atmak isteyenlere fırsat vermeden yaşından büyük işler başararak onu yerle yeksan etmek isteyenlere en güzel cevabı veriyordu. Zaten lafa lafla değil eylemle cevap vermek en güzel cevap değil miydi? Öyleydi öyle. Zor geliyordu elbette ama zamanla acılarla büyüyecek ve Rabbi ona beklediğinden, sandığından, umduğundan çok daha iyisini verecekti.


Günün bereketli vaktinde, rızıkların hane hane dağıtıldığı vakitte şehrin büyük camisine sabah namazına gitmeye niyet etti Başak. Niyeti sabahın nurunda Rabbinin huzurunda olmak, O’nun evinde O’na yalvarmaktı. Öylede yaptı, ondan hafifi yoktu şuan heybesini huzurla doldurdu ve dönüş yoluna doğru bismillah dedi. Karşıdan biri yaklaşıyordu sanki ona doğru, sahi kimdi o. Günün rızkını en temizinden almak için camiye gelen herhangi biridir diye düşündü başta. Yok yok bir hışım yaklaşıyordu sanki. Her halinden belliydi ki günün bereketinden insanlığa dair hiçbir şey almamıştı bu gelen. İyice yaklaştı ve büyük bir hışımla Başak’ın yüzüne haykırdı benliğindeki pislikleri: ‘’Bu saatte burada ne işin var utanmıyor musun kız başına dışarı çıkmaya başında babanda yok, sana sahip çıkan kimse yok’’ diye söylendi. Daha devam ediyordu aslında konuşmasına lakin bir noktadan sonra Başak’ın heybesindeki huzur onun sarf ettiği pis kelimeleri işitmez oldu. Bir ara sustu gibi oldu. Evet evet susmuştu iyiki de sustu. Ne söylesin ki şimdi Başak az evvel heybesine doldurduğu huzuru bu kendini bilmez için boşaltsın da, ona onun gibi fütursuzca karşılık mı versin?

İç muhasebesinde bunlar dönüyordu Başak’ın. Çektiği ve onu büyüten acılara teşekkür ederek şu sözleri sıraladı. ‘’Senin diline, bedenine, hükmeden şeytanın sahibi olan Yaradan benim de sahibim yani kimsesiz değilim. Şükür ki bana bir baba yerine bin dert verdi ki ben o dertlerden bin baba çıkardım’’ dedi. Ardını döndü ve heybesinde ki huzura bir de bu kadını alt etmek eklenmişti. Kuş gibi hafifti şimdi o, aklındaysa şu ayet vardı: ‘’Allah, bir güçlüğün arkasından bir kolaylık yaratacaktır.’’ (65/7)

Öyleydi sahi. Evvelden onu üzen yerin dibine çeken imtihanları şimdilerde birer gurur ve güç sebebiydi, çünkü ders aldı her birinden.

Akademimize katıldığınız için teşekkür ederiz!

İLETIŞIM

  • Facebook
  • Twitter
  • LinkedIn

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

Üniversite kampüsü

©2021, tahayyülakademi tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page